Varoluşçuluk nedir, temsilcileri kimlerdir, özellikleri nelerdir?
Varoluşçuluk ya da Egzistansiyalizm nedir? Temsilcileri kimlerdir? Varoluşçuluk Felsefesinin özellikleri nelerdir? İşte bu konu hakkında kısaca bilinmesi gerekenler.
Varoluşçuluk (Egzistansiyalizm) Felsefesi nedir?
Felsefi kavramları ve başlıkları birkaç cümle ile ifade etmek her ne kadar zor olsa da, varoluşçuluğa dair bir tanımlama çabasına giriştiğimizde, ünlü varoluşçu filozof ve yazar Jean Paul Sartre‘ın şu ifadesine sığınmak yerinde bir hareket olacaktır: “Varoluş, özden önce gelir.” Dolayısıyla varoluşçuluğun, -Sartre’ın tabirleri ışığında- varoluşun özden önce geldiğini, insana doğumundan önce atanmış bir öz, bir fıtrat olmadığını ve eyleyen bir özne olan insanın eylemlerinden hareketle kendi özünü inşa ettiğini savunan felsefi bir ekol, bir tavır olduğunu ifade edebiliriz.
Varoluşçuluk -yani egzistansiyalizm- düşüncesine göre, insan bir bakıma bu dünyaya fırlatılmıştır. Yokluktan alıkonulmuştur ve bir var olma bilinciyle yüz yüze bırakılmıştır. İnsan, kendi iradesi haricinde var olur ve zaman içinde dünyanın, varoluşun absürtlüğüyle karşı karşıya kalır. Bu noktada insan, kendisinden ve dünyasından sorumludur. İnsanın özgür bir özne olması bile ona büyük bir sorumluluk yükler. Çünkü özgürce yapacağı seçimlerin doğuracağı sonuçları göz önünde bulundurmak, onlara katlanmak; hülasa, kendisini inşa ederken dünyayı da inşa etmek zorundadır. Böylece insan, hem kendisinden ve kendi varoluşundan, hem de bütün dünyadan ve bütün diğer insanlardan sorumludur. Eğer bu absürt varoluşa ve dış dünyaya atfedilebilecek bir anlam söz konusu ise, bunu yine öznenin kendisi inşa edecek ve kendi özünü oluştururken, bir ihtimal anlamı da tesis edecektir.
Heidegger ve Kierkegaard’dan 20. yüzyıla
Varoluşçulukla ilgili konuşacak olduğumuzda, tarihsel süreç içerisinde, önümüze iki önemli ismin çıktığını görürüz. Bunlardan birisi, 1889 doğumlu Alman filozof Martin Heidegger, bir diğeri ise, 1813 Danimarka doğumlu filozof ve teolog Soren Kierkegaard’dır. Heidegger’ın, batı felsefesinin her zaman özne-ötesiyle ilgilendiğini ve belki de “yanlış sularda yüzdüğünü” iddia eden, felsefenin metafizik meselelerden ziyade, hareket eden, eyleyen, düşünen özneyi; yani insanı temel alması gerektiğini söyleyen ilk düşün insanı olduğunu ifade edebiliriz. Bu nedenle Heidegger, varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden birisi olarak addedilir. Belki de onun düşünsel mirası 20. Yüzyıla kadar nüfuz etmiş ve İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemlerde karşımıza çıkan yazarlardan, Jean Paul Sartre ve Albert Camus gibi isimlere etkide bulunmuştur.
Soren Kiergegaard da tıpkı Heidegger gibi insanı odak noktası olarak alma taraftarıdır. Ona göre felsefe tarihi somut olandan uzak akıl yürütmeler ve kurgularla hayatını sürdürmüştür. Dolayısıyla o güne kadarki felsefi birikim, insanı, bireyi; yani özneyi ve öznenin somut yaşamını gözden kaçırmıştır. Fakat, Sartre gibi ateist varoluşçuların aksine, Kierkegaard, varoluşçuluğun “Tanrı’ya yakın” kanadındadır ve ona göre özne, kendisini ve kendi varoluşunu, özgür seçimleri dahilinde, ilk neden olan Yaradan’a yönelerek gerçekleştirebilir.
İkinci Dünya Savaşı, Varoluşçuluğun yükselişi ve Albert Camus
Kuşkusuz, dünya üzerindeki pek çok felaket gibi İkinci Dünya Savaşı ve onun getirdiği yıkımlar da insan yaşamının ve insanın düşünsel/kültürel hayatının üzerinde büyük yarıklara, büyük etkilere sebep olmuştur. İkinci Dünya Savaşı gibi kaotik ve insan zihninin yeterli raddede anlamlandıramayacağı bir sürecin, kimseye makul bir getirisi olmayan kan, yıkım, gözyaşı ve bolca ölümün ardından insan zihni de teklemiş ve Tanrı’nın dünyayı yüzüstü bıraktığı, anlamsız bir enkazın ardından, yaşamın ve varoluşumuzun absürtlüğünün bilincine fazlasıyla varmıştır. Bu ruh hali ve düşünce durumunu hakkıyla tahlil ve tasdik edebilmek adına belki de bir gün bile olsa o atmosferi solumak ve o günlere tanık olmak yeterli olabilirdi. Tarihsel süreç içerisinde, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, varoluşçuluğun “popüler” bir felsefi akım olarak yeniden ortaya çıkmasını ve tabiri caizse halk nezdinden canlanıp, bir bakıma halka mal olmasını savaş ve savaşın getirileri -ya da götürüleri- ile ilişkilendirebiliriz. Burada, bir bakıma, bir yeniden yükseliş söz konusudur. Varoluşçuluğun böylesine popüler bir düşünsel sistem haline gelmesinden hareketle, kimi çevrelerin onu “avam felsefesi” olarak nitelendirdikleri bile olmuştur. Fakat buradaki avam sözcüğü, onun aşağı, alt tabakaya ve onun çıkarlarına hizmet eden bir felsefi akım olduğu anlamına gelmez. Belki de savaşın bıraktığı enkazla, ölümle, silahlanmış dünyayla ve varlıklarını yeterince hissedemedikleri Tanrı’yla yüzleşmek zorunda kalan insanların, özlerini yaratmak ve kendi anlamlarını inşa etmek için yöneldikleri bir liman olmuştur varoluşçuluk felsefesi.
Kendisini bir “varoluşçu” filozof olarak tanımladığı konusunda elimizde malumat bulunmayan Albert Camus dahi, yazdıklarından ve intihar, absürdizm, umutsuzluk, yabancılaşma benzeri, işlediği konulardan ötürü, sonraki dönemlerde bir varoluşçu olarak nitelenmiş ve Jean Paul Sartre gibi çağdaşı yazarlarla birlikte anılagelmiştir. Camus, 1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü almıştır ve belki de tarihte bu ödülü alan en genç yazarlardan birisi olmuştur. Bu ödülü almasının üzerinden uzun bir vakit geçmeden, her zaman işlediği absürt kavramına yaraşır bir biçimde, yine çok genç bir yaşta, bir trafik kazasında hayatını yitirmiştir. Jean Paul Sartre da tıpkı Albert Camus gibi, 1964 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş olsa da, o Camus’un aksine ödülü reddetmeyi tercih etmiştir. Bugün bile Camus’un eserlerinin Türkçe baskılarını ele aldığımızda üzerinde Nobel ödülüne dair bir ibare görmek mümkünken, Sartre’ın reddiyesinden dolayı, onun kitaplarının üzerinde Nobel’e layık görüldüğüne dair bir iz bulunmamaktadır.
Son örneklerden de anlayabileceğimiz üzere, modern çağın varoluşçu yazarları, felsefenin yanı sıra edebiyatla da hayli ilişkilidirler. Sartre’ın, ünlü felsefi metni Varlık ve Hiçlik’in yanı sıra, daha çok, Bulantı gibi kurgu eserleriyle tanındığı söylenebilir. Aynı biçimde, Albert Camus da, “Bugün annem öldü, ya da dün; tam bilmiyorum” benzeri o ünlü cümleyle başlayan Yabancı isimli romanıyla, büyük bir yankı uyandırmıştır. Bu eserler her ne kadar edebi nitelikte olsalar da, söz konusu yazarların varoluşu ve insana dair şeyleri algılayış biçimleriyle, yani felsefi altyapılarıyla yoğrulmuştur. Bu yazarlar, edebi imkanları kullanarak, tavırlarını ve düşüncülerini kitlelere başarıyla zerk etmişlerdir. Belki de bu tutum ve edebiyatla olan bu yakın ilişkileri onların geniş kitlelere seslenebilmelerinin ve uzun yıllar boyunca, birbirinden farklı binlerce insanın düşünce ve düş dünyalarında yankı bulmalarının en büyük sebebidir.